Tasavvuf İnsanlığa Ne Vaat Ediyor?
Dün olduğu gibi bugün de tasavvuf İslâm’ın yayılmasında en önemli rolü oynamaktadır. Peki tasavvufa olan bu ilgi nereden geliyor? İnsanlar bu maneviyat yoluna neden koşuyorlar? Tasavvuf insanların hayatında nasıl bir rol oynuyor? Bugün hayatımıza ne katmaktadır?Daha yalın bir şekilde soracak olursak: Tasavvufun, her tür refah ve maddi imkana sahip olan modern insana sunabileceği bir şey var mı?
İnsanlığa bir rahmet ve hidayet olarak gelen din-i mübin-i İslâm’ın en güzel ve nezih ifadesi olan tasavvuf, nesiller boyunca insanlığa imanın, ihlâsın ve takvanın lezzetini tattırmış; onların kâmil insanlar olmasını sağlamıştır. Bir irşad ve ahlâk yolu olarak tasavvuf aynı zamanda İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine ve yayılmasına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Tasavvuf düşüncesini ve tekke geleneğini göz ardı ederek İslâm tarihini ele almak mümkün değildir.
Tasavvuf ve insan tabiatı
İster fakr u zaruret, isterse de zenginlik içinde olsun, tasavvufun davet ettiği ahlâk ve irfan yolunun bütün insanlara sunduğu büyük nimetler vardır. Zira tasavvufun özü olan manevi terbiye, insanın varlığını tamamlar ve onun aslındaki cevheri ortaya çıkartır. Bu asıldan uzak kalan insan, insan olamaz; olsa olsa beşer mertebesinde kalır.
Tasavvufun cazibesi ve cezbesi, onun aslî tanımından ve misyonundan kaynaklanmaktadır. Zira tasavvufun amacı insanın yaradılış gayesine uygun bir hayat sürmesidir. İnsan zahirde maddi, özünde manevi bir varlıktır ve bu yüzden akıl ve ruh, insanın özünü oluşturur. Akıl, ahlâk ve maneviyat boyutu olmayan insan, ancak “beşer” olabilir. Yani hayvanî özelliklerinden kurtulamamış, varlığın alt mertebelerinde kalmış bir varlık olabilir.
Aklını ve ruhunu arzu ve heveslerine feda eden bir insan “eşref-i mahlukat” olamaz. O ancak Kur’an’ın ifadesiyle “esfel-i safilîn” yani “alçakların en alçağı” mertebesinde yaşayan bir varlık olur. Halbuki insanın yeryüzündeki amacı, hayvanî özelliklerinin üzerine çıkarak varlık alemi içinde ait olduğu mertebeye ulaşmaktır.
Tasavvuf işte insanın bu manevi yönüne odaklanır. Onun ahlâkî ve manevi melekelerini geliştirmeyi hedefler. Onu beşeriyetten insan makamına, sıradan bir insan olmaktan insan-ı kâmil mertebesine yükseltmeye çalışır. Tasavvuf bunu yaparken insanın fıtratını dikkate alır. Her bireyin ihtiyaçlarının farklı olduğunu bilir ve her bir nefs, her bir ruh ile ayrı ayrı ilgilenir.
Bu noktada tasavvufun en güzel tanımı, Hz. Peygamber Efendimiz’in “ihsan hadisi”nde yapılmaktadır. Tasavvufun tarihi rolünü ve bugün hayatımızdaki anlamını kavramak açısından da bu hadis bize kılavuzluk etmektedir.
İslâm’ı ihsan makamında yaşamak
Müslim, Nesaî, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin Ebu Hüreyre r.a.’den aktardığı hadise göre bir gün Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz bir yerde oturuyordu. Yanına biri gelip ona;
– İman nedir, diye sordu. Efendimiz:
– İman; Allah’a, Meleklerine, Allah’a kavuşmaya, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktır, cevabını verdi. O kişi:
– İslâm nedir, diye sordu. Efendimiz s.a.v:
– İslâm; Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak, namazı ikame ve zekâtı eda etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır, dedi. Sonra o kişi:
– Peki ihsan nedir, diye sordu. Efendimiz:
– Allah’a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Eğer sen Allah’ı görmüyorsan da şüphesiz O seni görmektedir, buyurdu.
Bu kişinin soruları ve rahat tavrı karşısında şaşkınlık içinde kalan sahabeye dönen Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz;
– Bu kişi Cibril idi. Size dininizi öğretmeye geldi, buyurdu.
Bu hadis, “iman”, “İslâm” ve “ihsan” kelimelerini hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tanımlamaktadır. Buna göre iman, Kur’an ve Sünnet’te emredilen temel inanç konularına tam manasıyla iman etmektir. Yani insanın sahip olması gereken inanç esaslarını açık seçik ortaya koyarak doğru akideye sahip olmaktır.
İslâm, her müslümanın mükellef olduğu ibadet şartlarını yerine getirmektir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi, mümin ve müslüman kişiyi Allah’a yaklaştıran ibadetleri insanın kudreti ölçüsünde kâmilen yapmasıdır.
İhsan ise, iman ve İslâmı adeta Cenab-ı Hakk’ı her an görüyormuş gibi yaşamaktır. Yani her an Yüce Yaratıcı’nın huzurundaymışız gibi davranmak, hissetmek ve yaşamaktır.
Biz farkında olmasak da her zaman mutlak kudret ve bilgi sahibi Cenab-ı Hakk’ın huzurundayız. Zira bizi yaratan ve her an nefes veren Yaratıcı’dan bir an bile uzak kalmamız, O’ndan uzaklaşmamız, kaçmamız mümkün değildir.
Nefsine yenik düşen, dünyaya bel bağlayan insan bu gerçeği unutabilir. Kendisini bağımsız, kudret sahibi ve hesap sorulmaz bir varlık zannedebilir. Hatta Firavun örneğinde olduğu gibi kendine -hâşâ- birtakım ilahi vasıflar bile atfedebilir.
Oysa Kur’an’ın veciz ifadesiyle insan “Rabbine fakirdir.” Yani bütün varlığını, aklını, malını mülkünü, ilmini, aldığı her nefesi Mutlak Yaratıcı’ya borçludur. Din, bize bu en temel hakikati sürekli hatırlatmak için vardır. İbadetlerin amacı, Cenab-ı Hak ile olan bağımızı ve rabıtamızı her an taze tutmak; bizim “fakir”, Rabbimizin “gani” yani zengin ve münezzeh olduğunu her daim hatırlatmaktır.
İşte İslâmın ihsan makamında yaşanması da budur. Tasavvufun amacı, bizleri iman ve İslâm’ın nimetleriyle beraber ihsan makamına çıkartmaktır. Tasavvuf, İslâm’ı ihsan makamında yaşamaktır.
Bu yüzden tasavvuf; iman, ahlâk ve maneviyat arasında mükemmel bir irtibat kurar ve insan oluşumuzun manasını burada aramamız gerektiğini söyler. Fakat bu sadece bireyin zihninde cereyan eden, kişisel bir konu değildir. İhsan makamında bir hayat, insanın tutum ve davranışlarına, amellerine, ilişkilerine, her şeyine yansır. Zaten zahirde karşılığı olmayan bir ahlâk ve maneviyattan bahsetmek mümkün değildir. Bu yüzden eskiler “sirette ne varsa, surette de o vardır” demişlerdir.
Tasavvuf ve İslâm medeniyeti
Tasavvufun öngördüğü ahlâk ve yaşam biçimi, İslâm medeniyetine yön vermiş, onun kurucu unsurlarından biri haline gelmiştir. Düşünce, sanat, bilim, kültür, mimari, sosyal yaşam ve iktisat alanında maneviyat mürşitleri tarihî roller oynamış ve İslâm medeniyetinin evrensel bir kimlik kazanmasına katkıda bulunmuşlardır.
Örneğin İslâm estetiğini tasavvuf geleneğini yok sayarak ele almak mümkün değildir. Tasavvuf, güzeli keşfetme ve güzel yaşama sanatıdır. İslâm estetiği de bu güzellik tasavvuru etrafında şekillenmiştir. Zira İslâm estetiğinin en temel ilkesini Hz. Peygamber Efendimiz şu hadisinde çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir: “Allah güzeldir ve güzeli sever.”
Bu güzellik ideali, hem tasavvufun hem de İslâm kültür ve medeniyetinin merkezinde yer alır. Bu yüzdendir ki müslüman toplumlar kurdukları bütün şehirleri, inşa ettikleri bütün yapıları belli bir estetik ve güzellik tasavvuruna göre ortaya koymuşlardır.
İslâm medeniyetinin şaheserleri olan Emeviyye, Selimiye, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Karaviyyin camileri, Endülüs’teki el-Hamra sarayı, ayrıca rasathaneler, kütüphaneler, tekke ve zaviyeler, bir irşad, sanat ve kültür merkezi olarak görev yapan Mevlevîhaneler ve daha onlarca türde eser, İslâm estetik anlayışına göre şekillenmiştir. Bu eserler, aynı zamanda tasavvuf geleneğinin geliştirdiği estetik anlayışından beslenmiştir.
Aynı şekilde şiir, hikâye, hat, ebru, tezhib ve musiki gibi sanat dallarının gelişmesinde tasavvuf çok önemli bir rol oynamıştır. Bu sanat eserlerinin amacı “sanat için sanat” yapmak değil, insanı güzellik ve erdem ile yani ihsan sayesinde kemale ulaştırmaktır.
Tasavvuf aynı zamanda ahlâk ve maneviyata, adalet ve paylaşıma, erdem ve saygıya dayalı bir toplum düzeninin kurulmasında ve yaşatılmasında etkin bir yere sahip olmuştur. Farklılıkları bir rahmet ve zenginlik olarak gören tasavvuf kültürü, toplumsal ve kültürel çeşitliliği barış ve huzur içinde yaşamanın bir unsuru haline getirmiştir.
Aynı şekilde tasavvuf iktisadi hayatta da önemli roller oynamıştır. Osmanlı döneminde Ahî ve Fütüvvet teşkilatları dervişler tarafından kurulmuş ve yaşatılmıştır. Böylece hayatın, ticaretin, maddi alışverişin içinde de ahlâk ve maneviyatın yaşanabileceğini göstermişlerdir.
Bütün bu hususlar, tasavvufun gerçek bir denge ve itidal yolu olduğunu, ne dünyayı ne de ahireti ihmal etmek anlamına gelmediğini teyit etmektedir. Fıtrat yolu olan İslâm, insanın maddi ve manevi huzuru için en doğru ve hayırlı yoldur. Tasavvuf bu gerçeği evrensel bir ilke haline getirmiş ve hayatın her alanına uyarlamıştır.
Günümüzde Tasavvuf
Tasavvufun dün olduğu gibi bugün de temel cazibesi buradan gelmektedir. Yüzyıllar boyunca tasavvuf büyükleri ve dervişler, İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına barış ve irşad yoluyla yaymışlardır. Kimseyi zorlamadan, hileye başvurmadan, tatlı dille ve ikna yoluyla, gönülleri kazanarak insanları doğru yola davet etmişlerdir. Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Endonezya’ya kadar İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinde milyonlarca insan İslâm ile maneviyat mürşitleri sayesinde şerefyâb olmuşlardır.
Tasavvuf bu misyonunu bugün de icra etmeye devam etmektedir. Dünyamızın giderek maddileştiği, maneviyat pınarlarının kuruduğu bir çağda, tasavvufun ahlâk, erdem ve ihsan mesajı daha da önemli hale gelmektedir.
Maddi zenginlik ve refahta en ileri noktaya gelen toplumlar büyük bir manevi açlık içinde bulunmaktadır. Zira maddi zevk insanı bir noktaya kadar mutlu edebilir. “Ben kimim?”, “Hayatımın gayesi nedir?” gibi temel sorular, insanın karşısına her yerde çıkmaktadır. Bu soruya tatmin edici bir cevap veremediğinizde hayatımızın anlamı ortadan kalkar. İstikameti, manevi hazzı, neşvesi, heyecanı olmayan bir hayat yaşamaya başlarız.
Fakat insan akleden, düşünen bir varlık olduğu için anlamsız bir hayat yaşayamaz. Hayatını anlamlandırmak için mutlaka bir yerlere tutunması gerekir. Eğer elinde doğru bir kılavuz yoksa, yanlış yollara sapar; sahte tanrılardan medet umar. Lakin bu, insanın şerefine yakışır bir durum değildir. Allah’ın verdiği aklı ve vicdanı doğru kullanamayıp doğru yoldan sapan bir insan, her şeyden önce kendi varlığını ve değerini ayaklar altına almış demektir.
Tasavvuf hem geleneksel toplumlara hem de modern insana hitap edebilmektedir. Zira o, geleneği canlı bir şekilde yaşatmakta ve varlığımıza ilişkin temel sorulara ikna edici cevaplar vermektedir. Bu sorulara tatmin edici cevaplar veremese, bugün tasavvufun milyonlarca müntesibi olmazdı.
Bugün İbn Arabi ve Mevlâna k.s. gibi tasavvuf yolunun büyük mürşitleri sadece İslâm dünyasında değil, Batıda da bilinmekte, eserleri okunmakta, hayatları incelenmektedir. Bir Amerikalı, bir Fransız, bir Japon Hz. Mevlâna’da ne bulur? İbn Arabi’den ne almak ister? Yunus Emre’yi anlayabilir mi? Gazalî’den feyiz alabilir mi?
Evet alabilir. Zaten almaktadırlar da. Çünkü insanın maneviyat arayışı evrenseldir. Yer, zaman, ülke, cins, ırk, dil, kültür dinlemez. Arayan ile aradığı şey buluştuğunda, her tür sınır, her çeşit engel aşılır.
Tasavvuf ve Müslüman toplumlar
Tasavvuf bugün İslâm toplumları için de bir irşad ve ıslah yoludur. Kabul edelim ki İslâm dünyasının siyasî, ekonomik, sosyal pek çok sorunları var. Yüzyıl öncesine kıyasla İslâm ümmeti yavaş yavaş ayağa kalkmakta ve yeni bir uyanışın işaretlerini vermektedir.
Fakat daha almamız gereken çok mesafe, çözmemiz gereken çok mesele var. İslâm’ın izzet ve şerefini korumak ve yüceltmek için atmamız gereken adımlar var.
Şimdi bu adımları nasıl atacağız? İslâm toplumlarında barış ve huzuru nasıl tesis edeceğiz?
Bunları siyasî ve toplumsal mühendislik meseleleri olarak görmek büyük bir hatadır. Bu sorunların halli toplumsal mühendislik yahut daha fazla zenginlik ve refahtan geçseydi, ileri sanayi toplumlarının hiçbir sorunu olmazdı.
Bunlar, temelde ahlâklı ve erdemli insan yetiştirmekle üstesinden gelinecek sorunlardır. Tasavvuf, insanın bu yönüne odaklandığı için bugün de değerini ve önemini korumaktadır.
Müslüman toplumlarda var olan sosyal ve ahlâkî hastalıkların çözüme kavuşturulmasında tasavvuf çevreleri çok önemli bir görev ifa etmektedir. Derleyen, toparlayan, barıştıran, birleştiren misyonuyla tasavvuf, doğudan batıya, Türkiye’den Mısır’a, Fas’tan Endonezya’ya İslâm coğrafyasının her köşesinde barış ve huzurun, saygı ve müsamahanın zeminini güçlendirmekte ve böylece toplum hayatımıza hayatî katkılarda bulunmaktadır.
Selefîlik ve modernizm adına, bazıları bu katkıyı takdir etmeyebilir. Hatta bazıları İslâm toplumlarının geri kalmışlığını tasavvufa mal etmeye kalkabilir. Bu cahilce yaklaşımlara verilecek en güzel cevap, biraz tarih okumak ve tasavvufun İslâm medeniyetine yaptığı katkıları incelemelerini tavsiye etmektir.
Tasavvuf modern insana ne vadediyor?
Modern insan aslında varlık ile yokluk arasında bocalayan bir özne. Bir tarafta insanlık tarihinin hiç görmediği kadar geniş imkanlara sahibiz. Modern bilim ve teknoloji, dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Ülkelerin elinde yüz milyarlarca dolarlık kaynak var.
Ama buna rağmen dünyada o kadar çok adaletsizlik, zulüm, savaş, haksızlık, açlık, salgın hastalık var ki insan bu acziyet karşısında şaşakalıyor. İnsanlık varlık içinde yokluk çekiyor.
Fakat asıl önemlisi, bu kadar maddi varlık ve imkan, insanı daha mutlu, daha mutmain, daha kanaatkâr, daha adil ve paylaşımcı yapmıyor. Tersine, daha fazla kazanç, kâr ve iktidar hırsı insanı insanlıktan çıkartıyor, onu bir canavar haline getiriyor. Kendi başına bırakıldığında bu canavar sadece adalet üretmiyor; tersine savaş ve zulüm yapıyor. Kendine zarar vermenin ötesinde bütün insanlığı ortadan kaldıracak, yeryüzünün sonunu getirecek kitle imha silahları, biyolojik ve kimyasal silahlar yapabiliyor. Bunları kullanabiliyor.
Bu canavara kim nasıl dur diyecek? Ülkelerin ve uluslararası kurum ve kuruluşların alacağı tedbirler ancak bir noktaya kadar etkili olabilir. Siyasî ve ekonomik yaptırımlar kısmen işe yarayabilir. Yirminci yüzyıl, yarım kalmış ve akamete uğramış onlarca böyle girişimle dolu.
Asıl yapılması gereken bir zihniyet devrimidir. Hayata, varlığa, tabiata, insana, çevremize, diğer insanlara bakışımızı köklü bir şekilde değiştirmeden insan onuruna yakışır ve adalete dayalı küresel bir düzen kurmak mümkün olmayacaktır.
Tasavvufun maneviyat ve ahlâk yolu, bu zihniyet devriminin ipuçlarını bize vermektedir. İç huzuruna kavuşmuş, çevresiyle, tabiatla ve Rabbiyle barışık insanlar ancak yeni bir dünya düzeni kurabilir. Kendi iç disiplinini ve huzurunu tesis edememiş toplumların kurduğu bir medeniyet ve dünya düzeni ancak kaos, haksızlık ve gözyaşı üretir.
Maneviyat yolu olarak tasavvuf, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde insanlığa bir çıkış yolu sunmaktadır. “Ben kimim ve ne için varım?” sorusunun cevabını ne tek başına felsefe, ne siyaset yahut bilim verebilir. Bu soruların cevabını ancak ve ancak yüksek bir atıf çerçevesi içinde yani metafizik bir ilkeye bağlanarak bulabiliriz.
Bir tarafta nihilist, yani hayatın anlamından mahrum bir nesne haline gelen, öbür tarafta bir canavara dönüşen insanoğlunu dengede tutacak olan şey, onun uhrevî, ahlâkî ve metafizik bir ilkeye tabi olması ve beşeriyetten insaniyet makamına yükselmesidir. Tasavvufun insanları davet ettiği ahlâk ve irfan yolu, hem hayatımıza anlam katar hem de bizi ifrat ve tefritten, her tür aşırılıktan muhafaza eder.
Toplumda bir düzen inşa etmek için de ahlâk ve irfan yoluna ihtiyacımız var. Ahlâkî değerleri tefessüh etmiş, birbirine düşmüş, başkalarını düşman gören, onların zafiyetleri üzerine iktidar kurmaya çalışan bir toplumun barış ve huzur üretmesi mümkün değildir. Erdemli bir toplum ideali için çalışmak, adalet ve paylaşıma dayalı bir toplum düzeninin birinci şartıdır.
Erdemli toplum, özünde ahlâkî bir toplum tasavvurudur. Yani toplumun adalet, hak, hukuk, eşitlik, paylaşım, saygı, cömertlik, emeğe saygı, yapılanı takdir etme gibi temel ahlâkî ilkeler etrafında şekillenmesidir. İşte bu ideale ulaşmak için de tasavvufun ahlâk ve irfan yolunun kılavuzluğuna ihtiyacımız var.
İnsanlık maddi, ekonomik ve teknolojik olarak çok ileri noktalara gelmiş olabilir. Ama bu onun kemal mertebesine ulaştığı anlamına gelmez. Şu haliyle dünya, gittikçe hızlanan, hızlandıkça da parçalanma ihtimali artan bir araca benziyor. Son sürat giden ama istikametini bilmeyen, nereye ne için gittiğini idrak edemeyen bir araç, en nihayetinde kendi sonunu getirir.
Bu gidişe dur demek için çok sağlam ilkelere ve kurallara ihtiyacımız var. Bu ilkeleri kafamıza göre oluşturmak durumunda değiliz. Zira zaman ve mekan üstü bu ilkeler zaten mevcut. Önemli olan temiz suyu hangi kaynaktan alacağımızı bilmek.
Tasavvufun yüzlerce yıllık ahlâk, irfan ve irşad yolu, işte bu temiz suyun menbaıdır.
Bu yazı Semerkand Dergisi kaynak gösterilerek yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder